Cenk ÇAKIL
Yayın: 60.yaşına Sinan GENİM'e / Armağan Kitap / Makaleler
J. J ROUSSEAU’YA göre tek kurtuluş, “Yeniden doğaya dönmektir.” Ancak günümüz yaşam koşullarındaki insanın doğaya dönüşü, hafta sonu kaçamakları ya da sıkıştırılmış tatillerden daha uzun olamıyor. Kaçıyoruz… Çünkü sıkılıyor, yaşadığımız kentlerde bizi çevreleyen karmaşadan biraz olsun uzaklaşmak ve soyutlanmak istiyoruz. Önceleri insanın korunma, barınma içgüdülerine cevap veren doğa, şimdilerde metropollerde yaşayan bizlere, mutluluk ve huzur veriyor; ona koşuyoruz…
Sonra geri dönüyoruz…
Neden?
Çünkü insanlar ilişki kurdukları, sağlıklı oldukları, ihtiyaçlarını karşılayabildikleri ve yaşamaktan keyif alıp, mutlu oldukları yerlerle bütünleşmektedir; bütünleşmenin sağlanması için ise insanın çevresini algılaması, bilmesi, değerlendirebilmesi ve denetleyebilmesi gerekir. Etkileşim sisteminin insan odaklı yapısal düzeni içinde, insanın doğası gereği düzenini kolay kolay bozamaması, bütün zorluklarına rağmen bulunduğu çevreden kopamıyor, uzaklaşamıyor olması, onun kültürel ve çevresel faktörlerinden, oluşturduğu düzeninden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden insan-kültür-çevre üçlemesinin psikoloji ve davranış bilimleri içerisindeki yeri son derece önemlidir.
Şimdi isterseniz bunların yaşamımızın kalitesini nasıl etkilediğine bakalım…
Mimarlık kuramcısı B. Zevi’ye göre, “iç mekân, kentsel mekân, ekonomik mekân, toplumsal mekân, entelektüel mekân, işlevsel mekân” tanımları, dekoratif değerleri ile coşku ve hayranlık yarattığı ölçüde mimarlık yapıtıdır. Mekânların bu tanımı dikkate alındığında, yaşamsal mekânların salt görsel olmadığını, insanı çevresinden belirgin ölçülerde ayıran matematiksel ve fiziksel boşlukların, hatta bilgisayarlar yardımı ile sanal ve optik yöntemlerle sınırlandırılmış hacimlerin de, insan tarafından algılanabiliyorsa, mekân kavramı içinde değerlendirilmesi gerektiğini bilmeliyiz.
İnsan psikolojisi ile mekanlar arasındaki en önemli nokta, insanların çevreleriyle, yaşadıkları mekânlarla, sürekli iletişim halinde olmasıdır; o kadar ki, mekânların yarattığı olumlu veya olumsuz etkiler, içinde yaşayanların karakterini, tepkilerini ve tavırlarını belirlemektedir.
Hepimizin günlük yaşam içinde farkında olmadan gösterdiği bu tavır biçimleri aslında bağlı olduğu etkenler ve sonuçları itibariyle insanın, dolayısıyla toplumun, gelişim ve etkileşim sürecinin sınırlarını belirlemektedir.
Dünyada hızla büyüyen metropollerde yaşama dair her alanda olumlu gelişmelerin yanında, olumsuz gelişmelerde yaşanmaktadır. Teknoloji sayesinde hayat kolaylaşmakta ama artan nüfusa paralel olarak, trafik, kötü yapılaşma, çevre ve görüntü kirliliği gibi daha birçok problem, sosyolojik boyutlara ulaşmaktadır. Metropollerde temposu yüksek olan mavi yakalı kesim, son yıllarda özellikle kompleks yapılar olarak adlandırdığımız ve günümüzün birçoğunu geçirdiğimiz, plaza ve gökdelenlerde çalışmaktadır. Mesai saatlerinin dışında artık özel hayatın her alanında, eğlenceden, alış-verişe, dinlenmeye hatta residence konutlara kadar tüm ihtiyaçları karşılayan bu yapılar, içinden çıkamadığımız ve insanı Asosyalleştiren yapılar haline gelmektedir.
İstatistiklere göre, Amerika ile Avrupa’nın birçok şehrinde halihazırda yaşanan ve önümüzdeki yıllarda dünyanın gelişmekte olan ülkelerinde hızla artacağı düşünülen sorunlarından biri işte bu…
Yüksek katlı, teknoloji harikası, konforlu ama içinden bir türlü çıkılamayan yapılarda çalışan, ev ve işyeri arasında mekik dokuyarak, nefes almayı unutan ve farkında olmadan psikolojileri bozulan insanlar; ve yaratıcılıklarını kullanarak onları mutlu etmeyi iş edinmiş olanlar….
Çekilin…Tasarımcılar geliyor…
Yaşanan tüm mekanların planlayıcıları ve kurgulayıcıları olan mimar-içmimar ve tasarımcıların rolü burada başlıyor. Evrensel olan tasarımı, modayı, trendleri, bunların sürecini, globalleşen dünyadaki yerini; özellikle nüfusun kontrolsüz artışı, teknoloji, toplum ve pazar ilişkileri, enerji, üretim-tüketim ilişkilerinin değişimi, gelir düzeyinin dağılımı gibi birçok konunun bileşenlerini göz önüne alarak tasarımcılar belirlemektedir. Anlaşıldığı üzere tasarımcının rolü hiç kolay değildir; birde üstüne müşteri memnuniyeti eklendiğinde
( bu kısmını tasarımcı sevmez …) sınırlar iyice belirginleşmektedir.( işte sınırları tasarımcı hiç sevmez… )
İş yerinizde mutlu musunuz? Hayır diyenleri duyar gibiyim…
İşimize ayırdığımız zamanın ömrümüzün ortalama yirmi - yirmi beş yılını oluşturduğunu düşünecek olursak, bence bu durumu ve işinizde geçirdiğiniz zamanın kalitesini daha sık sorgulamalısınız… Günümüzde kurumsal yapısını oluşturmuş birçok şirkette uygulanan Wellbeing Sistemi (fiziksel ve ruhsal açıdan iyi olmak) ve NLP (neuro linguistic programming) seminer ve organizasyonlarıyla, iş yerlerinde göz ardı edilen, çalışma koşullarından kaynaklanan, fizyolojik ve psikolojik sorunların önemine dikkat çekilerek analiz, anket ve performans testleriyle verimlilikler artırılmaktadır. Moral ve motivasyon eksikliği, güvensizlik, gelecek kaygısı, iş yavaşlatma, konsantrasyon eksikliği, verimsiz çalışma, tahmin edileceği gibi kalitesiz hizmet olarak topluma geri dönmektedir. Üstü örtülü olan bu durumu ortaya çıkartmak için bu alanda hizmet veren ve kadrolarında akademisyen, doktor, iş yaşamından yöneticileri bulunduran özel şirketler, sektörlerinde öne çıkan Nokia, Sony, Philips, SAAB, Phizer, Mark&Spencer gibi devlere hizmet vermektedir.
Stres yapın ama abartmayın ….
Çağımızın hastalığı gibi görünen ve evrensel ilgi odağı haline gelen stres de bu anketlerde karşımıza çıkmakta; iş yaşamındaki her insanın, ekonomik kaygılardan dolayı başarılı olma zorunluluğunun üzerine, çalışma koşullarının kötülüğü de eklendiğinde stres herkes için yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmaya başlamaktadır. Ancak unutulmamalı ki stresin tamamen yok edilmesi de ölümle eş anlamlıdır; başka bir deyişle uzmanlar mutlu olmak için de belli oranlarda strese ihtiyacımız olduğunu söylemektedir.
Aşırı büyük veya küçük mekânlar, asosyalleştiren yapılar, dengesiz yerleşim kompozisyonları, gürültü, kötü koku, yetersiz ışık ve hava, güvensizlik, yanlış renk seçimi gibi daha birçok etken, çalışanların psikolojisini olumsuz etkilemektetir. Buna karşılık modern ve sağlıklı ofislere sahip şirketlerde, çalışma süresi %35, şirket kârı ise %15 artmaktadır. Şirketlerin doğru tasarlanan şık ve gösterişli ofislerle kaliteli müşteri çekeceği gerçeğinin yanında, bu çalışma ortamlarına nitelikli personelin de rağbet göstereceği unutulmamalıdır. Patron ve yöneticilerle çalışan personelin fizikî koşulları birbirine yaklaştıkça, şirket içerisindeki diyalogların ve iletişimin arttığı ve buna bağlı olarak ofiste geçirilen kaliteli zaman paylaşımıyla hiyerarşinin azaldığı gözlenmektedir.
Mimarlık ve iç mimarlık uygulamalarının, profesyonel ofislerce yapılması gerektiği artık
iş verenler tarafından bilinmekte, zamanın ve paranın kaybına tahammül edilememektedir.
Yap-boz devri bu yüksek maliyetlerle sona ermiştir… Ülkemizde de artık, profesyonel ekiplerle, rahat ve verimli çalışmaya uygun, batı standart ve normlarında ve en önemlisi doğru maliyetlerde ofisler oluşturmak artık zor değildir.
Ancak günümüz iş yaşamında hepimizin bu uygun çalışma koşullarını elde etmesi mümkün görünmese de, doğru çalışma ortamlarının kriterlerini bilmek ve stresten biraz olsun uzaklaşmak için şu aşağıda bahsedilen birkaç noktayı önemsemek ve günlük yaşamımıza adapte edebilmek sanırım herkesin daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlayacaktır.
Olmazsa Olmaz Işık…
İnsanın yaşayabilmesi için hava ve suya ihtiyacı olduğu gibi doğal ışığa da gereksinimi vardır. Mimarlık tarihinin gelişim sürecinde, bütün yapı gruplarında ışık ve ışığın kullanımına dikkat edilerek yapı-insan-ışık ilişkisine önem verilmiştir. Doğal gün ışığı, zamanın ve çevrenin algılanmasının yanında sağlık, huzur, beslenme gibi birçok yaşama dair ölçütleri de içinde barındırır; çevreyi ışık sayesinde algılayan ve tanımlayan insanın, doğal ya da yapay ışık olmadan yaşamını sürdürebilmesi imkânsızdır.
Yaşadığımız mekânlarda doğal ve yapay ışığın oluşturduğu, aydınlık düzeyi, aydınlatma kalitesi ve ışığın rengi gibi unsurlar, iş doyumu ve performansı açısından da son derece önemlidir. Mekânlar tasarlanırken kullanıcıların kişilik yapıları, yaşları, sağlık durumları ve etkinlikleri göz önüne alınmalı, insan bedeninin ve ruhunun uygun şiddette ve sürede olmak kaydıyla güneşe ve ışığa gereksinimi olduğu unutulmamalıdır.
Plazalarda, ve gökdelenlerde ihtiyaç duyulan doğal ışığın bir kısmı, biraz estetik biraz da psikolojik sebeplerden dolayı, geniş açıklıklı cam cepheler ile sağlanmaktadır. Ayrıca, yapay ışıkla sağlanan çalışma ortamlarının optimum derecede iyi çözümlenmiş olması ve sirkülasyon alanlarında, bilgisayar, dinlenme ve sosyal aktivite alanlarının aydınlatmaya göre bilinçli bir şekilde konumlandırılması gerekmektedir.
Renkler ve Zevkler…
Uzmanlara göre insanların sevdikleri renkler aynı zamanda kişiliklerini ele vermektedir. Renklerin tedavide( kromoterapi ) kullanıldığı, sinir sisteminin dengelenerek, hastalıkların önüne geçildiği ve bunun ilkçağlara kadar uzandığı bilinmektedir. Günümüzde yapılan araştırmalarda, mekândaki duvar, mobilya, aksesuar, ışık, hatta çalışanların giysilerinin renklerinin değiştirilmesi gibi deneysel yöntemlerin kişiler üzerinde olumlu veya olumsuz davranış değişikliklerine sebep olduğu görülmüştür.
Renkler doğru zamanda, doğru yerde kullanıldığında satıştan, reklama, tekstilden, finans dünyasına, sanattan, mimarlığa uzanan geniş bir yelpazede, yaşamımıza hareket getirmektedir. Sıcak, soğuk, ılık, aydınlık ve karanlık renklerin uyandırdığı etki ve mesajlar farklıdır; kırmızı, agresif (reklam-dikkat) mavi-yeşil, dinginlik (metabolizma-yavaş), pembe-eflâtun yumuşaklık (feminen), siyah-gri (korku, asalet, sadakat, zarafet) gibi temalarla özdeşleşmişlerdir.
Ofis ortamlarında (özellikle dikkat gerektiren masa üstü çalışma alanlarında) mekânın genel renginin, gölgelenmeyi azaltmak için açık seçilmesi, konsept veya öne çıkması istenilen renklerin, image board, mobilya, aksesuar gibi devamlılık gösteren yerlerde kullanılması daha doğrudur.
Havalandırma
Günümüz iş yerlerinde doğal olmasını tercih ettiğimiz iklimlendirme, ısıtma, soğutma ve havalandırma gibi ihtiyaçlar çoğu zaman mekanik yollarla oluşturulmaktadır. Mekânda yaşayan insanların etkinliklerine göre sıcaklık değerleri kabul edilebilir düzeyler içinde kaldığında ısısal konfor, o mekân için elde edilmiş demektir. Ofisler için ideal çalışma ısısının yaz-kış 21 derece olmasına dikkat edilmeli, düşük ya da yüksek ısının verimi olumsuz yönde etkileyeceği unutulmamalıdır. İş yerlerinde nezle, grip gibi pek çok bulaşıcı hastalığın genellikle çalışma ortamlarındaki havadan bulaştığı göz önüne alındığında, temiz ve kirli havanın doğru sirküle edilmediği bu mekânlarda sağlıklı çalışma ortamlarının oluşturulmasından söz etmek mümkün değildir.
Ses
Ofislerde dikkat edilmesi gereken önemli konulardan biri de sesin kontrolü ve doğru kullanımıdır. İş verenler tarafından gerek dekorasyon maliyetleri gerekse hiyerarşik ilişkilerin doğru sağlanması ve kontrol mekanizmasının kolay oluşturulması gibi sebeplerden dolayı açık ofis düzenleri artık daha çok tercih edilmektedir. Ancak bu düzende çalışanların en çok şikâyet ettiği konuların başında gürültü gelmektedir; personel, kaynağı her ne olursa olsun, istenmeyen bütün sesleri gürültü olarak algılayacak, bu da çalışanlar arasında iletişim kopukluğuna yol açacaktır.
Önemli bir nokta da kapalı olması gereken toplantı odaları, yönetici odaları, server odaları, teknik oda, hizmetli odaları gibi mahallerin iç ve dış izolasyonunun doğru yapılmış ve akustik değerlerinin dikkate alınmış olmasıdır. Mavi yakalı çalışanların, yöneticilere göre daha az verimli olmalarının en önemli sebeplerinden birinin fiziksel çalışma koşullarının olumsuzluklarından kaynaklandığı bilinmektedir. Alınan teknik önlemlerin dışında, insan psikolojisinde önemli rol oynayan, moral ve motivasyon üzerindeki etkisi herkes tarafından bilinen müziğin yeri de unutulmamalıdır.
Yaşadığımız çevrenin üzerimizde bıraktığı olumlu veya olumsuz etkiler, yaşam standardımızın kalitesini belirlemektedir. Günümüzde paylaştığımız zaman dilimlerinde sürekli iletişim halinde olduğumuz dost, arkadaş, akraba, komşu gibi sosyal ve kişisel ilişkilerimizde bile hoşnutsuzluk, tatminsizlik, kıskançlık duygularına kapılabilmekteyiz.
Ancak kişisel ilişkilerdeki paylaşıma benzer bir başka paylaşımın da çevre, mekân ve donatı paylaşımı olduğunu unutmamalıyız; çünkü yaşadığımız çevreden ayrı düşünülemeyiz. Zamanını ağırlıklı olarak iş yerlerinde, kapalı mekânlarda geçiren, çalışmak, üretmek zorunda olan bizlerin, öncelikli ihtiyacı olan güvenlik, rahatlık ve huzuru, ancak bu bahsettiğimiz paylaşımlarla hissedebiliriz. Bugün bu paylaşımların ve ihtiyaçların doğru sağlanamadığı çevrelerde, metropollerin belki de önemli sorunlarından birisi olan, kişilerin fiziksel çevreye uyumsuzluğu, moral ve motivasyon eksikliği, kendine ve çevreye güvensizlik, gelecek kaygısı, sosyofobi, verimsiz çalışma ve hatta çevreye zarar verme davranış biçimi olarak kendini gösteren “vandalizm” gibi toplumun yapısının bozulmasına sebep olan sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunların temelinde sosyokültürel yapı, ekonomi, din, eğitim gibi daha birçok bileşenlerin bulunduğunu biliyoruz. İnsan-kültür-çevre ilişkisine önem veren toplumların, yaşadıklarını, paylaştıklarını önemseyen ve sorgulayan insanlardan oluştuğunu bilerek bu sorunları sosyal sorumluluk olarak algılamak ve öncelikli değişimi kendi yaşadığımız çevreden başlatmak, mutlu olmak için doğru bir adım olacaktır.
J. J ROUSSEAU’YA göre tek kurtuluş, “Yeniden doğaya dönmektir.” Ancak günümüz yaşam koşullarındaki insanın doğaya dönüşü, hafta sonu kaçamakları ya da sıkıştırılmış tatillerden daha uzun olamıyor. Kaçıyoruz… Çünkü sıkılıyor, yaşadığımız kentlerde bizi çevreleyen karmaşadan biraz olsun uzaklaşmak ve soyutlanmak istiyoruz. Önceleri insanın korunma, barınma içgüdülerine cevap veren doğa, şimdilerde metropollerde yaşayan bizlere, mutluluk ve huzur veriyor; ona koşuyoruz…
Sonra geri dönüyoruz…
Neden?
Çünkü insanlar ilişki kurdukları, sağlıklı oldukları, ihtiyaçlarını karşılayabildikleri ve yaşamaktan keyif alıp, mutlu oldukları yerlerle bütünleşmektedir; bütünleşmenin sağlanması için ise insanın çevresini algılaması, bilmesi, değerlendirebilmesi ve denetleyebilmesi gerekir. Etkileşim sisteminin insan odaklı yapısal düzeni içinde, insanın doğası gereği düzenini kolay kolay bozamaması, bütün zorluklarına rağmen bulunduğu çevreden kopamıyor, uzaklaşamıyor olması, onun kültürel ve çevresel faktörlerinden, oluşturduğu düzeninden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden insan-kültür-çevre üçlemesinin psikoloji ve davranış bilimleri içerisindeki yeri son derece önemlidir.
Şimdi isterseniz bunların yaşamımızın kalitesini nasıl etkilediğine bakalım…
Mimarlık kuramcısı B. Zevi’ye göre, “iç mekân, kentsel mekân, ekonomik mekân, toplumsal mekân, entelektüel mekân, işlevsel mekân” tanımları, dekoratif değerleri ile coşku ve hayranlık yarattığı ölçüde mimarlık yapıtıdır. Mekânların bu tanımı dikkate alındığında, yaşamsal mekânların salt görsel olmadığını, insanı çevresinden belirgin ölçülerde ayıran matematiksel ve fiziksel boşlukların, hatta bilgisayarlar yardımı ile sanal ve optik yöntemlerle sınırlandırılmış hacimlerin de, insan tarafından algılanabiliyorsa, mekân kavramı içinde değerlendirilmesi gerektiğini bilmeliyiz.
İnsan psikolojisi ile mekanlar arasındaki en önemli nokta, insanların çevreleriyle, yaşadıkları mekânlarla, sürekli iletişim halinde olmasıdır; o kadar ki, mekânların yarattığı olumlu veya olumsuz etkiler, içinde yaşayanların karakterini, tepkilerini ve tavırlarını belirlemektedir.
Hepimizin günlük yaşam içinde farkında olmadan gösterdiği bu tavır biçimleri aslında bağlı olduğu etkenler ve sonuçları itibariyle insanın, dolayısıyla toplumun, gelişim ve etkileşim sürecinin sınırlarını belirlemektedir.
Dünyada hızla büyüyen metropollerde yaşama dair her alanda olumlu gelişmelerin yanında, olumsuz gelişmelerde yaşanmaktadır. Teknoloji sayesinde hayat kolaylaşmakta ama artan nüfusa paralel olarak, trafik, kötü yapılaşma, çevre ve görüntü kirliliği gibi daha birçok problem, sosyolojik boyutlara ulaşmaktadır. Metropollerde temposu yüksek olan mavi yakalı kesim, son yıllarda özellikle kompleks yapılar olarak adlandırdığımız ve günümüzün birçoğunu geçirdiğimiz, plaza ve gökdelenlerde çalışmaktadır. Mesai saatlerinin dışında artık özel hayatın her alanında, eğlenceden, alış-verişe, dinlenmeye hatta residence konutlara kadar tüm ihtiyaçları karşılayan bu yapılar, içinden çıkamadığımız ve insanı Asosyalleştiren yapılar haline gelmektedir.
İstatistiklere göre, Amerika ile Avrupa’nın birçok şehrinde halihazırda yaşanan ve önümüzdeki yıllarda dünyanın gelişmekte olan ülkelerinde hızla artacağı düşünülen sorunlarından biri işte bu…
Yüksek katlı, teknoloji harikası, konforlu ama içinden bir türlü çıkılamayan yapılarda çalışan, ev ve işyeri arasında mekik dokuyarak, nefes almayı unutan ve farkında olmadan psikolojileri bozulan insanlar; ve yaratıcılıklarını kullanarak onları mutlu etmeyi iş edinmiş olanlar….
Çekilin…Tasarımcılar geliyor…
Yaşanan tüm mekanların planlayıcıları ve kurgulayıcıları olan mimar-içmimar ve tasarımcıların rolü burada başlıyor. Evrensel olan tasarımı, modayı, trendleri, bunların sürecini, globalleşen dünyadaki yerini; özellikle nüfusun kontrolsüz artışı, teknoloji, toplum ve pazar ilişkileri, enerji, üretim-tüketim ilişkilerinin değişimi, gelir düzeyinin dağılımı gibi birçok konunun bileşenlerini göz önüne alarak tasarımcılar belirlemektedir. Anlaşıldığı üzere tasarımcının rolü hiç kolay değildir; birde üstüne müşteri memnuniyeti eklendiğinde
( bu kısmını tasarımcı sevmez …) sınırlar iyice belirginleşmektedir.( işte sınırları tasarımcı hiç sevmez… )
İş yerinizde mutlu musunuz? Hayır diyenleri duyar gibiyim…
İşimize ayırdığımız zamanın ömrümüzün ortalama yirmi - yirmi beş yılını oluşturduğunu düşünecek olursak, bence bu durumu ve işinizde geçirdiğiniz zamanın kalitesini daha sık sorgulamalısınız… Günümüzde kurumsal yapısını oluşturmuş birçok şirkette uygulanan Wellbeing Sistemi (fiziksel ve ruhsal açıdan iyi olmak) ve NLP (neuro linguistic programming) seminer ve organizasyonlarıyla, iş yerlerinde göz ardı edilen, çalışma koşullarından kaynaklanan, fizyolojik ve psikolojik sorunların önemine dikkat çekilerek analiz, anket ve performans testleriyle verimlilikler artırılmaktadır. Moral ve motivasyon eksikliği, güvensizlik, gelecek kaygısı, iş yavaşlatma, konsantrasyon eksikliği, verimsiz çalışma, tahmin edileceği gibi kalitesiz hizmet olarak topluma geri dönmektedir. Üstü örtülü olan bu durumu ortaya çıkartmak için bu alanda hizmet veren ve kadrolarında akademisyen, doktor, iş yaşamından yöneticileri bulunduran özel şirketler, sektörlerinde öne çıkan Nokia, Sony, Philips, SAAB, Phizer, Mark&Spencer gibi devlere hizmet vermektedir.
Stres yapın ama abartmayın ….
Çağımızın hastalığı gibi görünen ve evrensel ilgi odağı haline gelen stres de bu anketlerde karşımıza çıkmakta; iş yaşamındaki her insanın, ekonomik kaygılardan dolayı başarılı olma zorunluluğunun üzerine, çalışma koşullarının kötülüğü de eklendiğinde stres herkes için yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmaya başlamaktadır. Ancak unutulmamalı ki stresin tamamen yok edilmesi de ölümle eş anlamlıdır; başka bir deyişle uzmanlar mutlu olmak için de belli oranlarda strese ihtiyacımız olduğunu söylemektedir.
Aşırı büyük veya küçük mekânlar, asosyalleştiren yapılar, dengesiz yerleşim kompozisyonları, gürültü, kötü koku, yetersiz ışık ve hava, güvensizlik, yanlış renk seçimi gibi daha birçok etken, çalışanların psikolojisini olumsuz etkilemektetir. Buna karşılık modern ve sağlıklı ofislere sahip şirketlerde, çalışma süresi %35, şirket kârı ise %15 artmaktadır. Şirketlerin doğru tasarlanan şık ve gösterişli ofislerle kaliteli müşteri çekeceği gerçeğinin yanında, bu çalışma ortamlarına nitelikli personelin de rağbet göstereceği unutulmamalıdır. Patron ve yöneticilerle çalışan personelin fizikî koşulları birbirine yaklaştıkça, şirket içerisindeki diyalogların ve iletişimin arttığı ve buna bağlı olarak ofiste geçirilen kaliteli zaman paylaşımıyla hiyerarşinin azaldığı gözlenmektedir.
Mimarlık ve iç mimarlık uygulamalarının, profesyonel ofislerce yapılması gerektiği artık
iş verenler tarafından bilinmekte, zamanın ve paranın kaybına tahammül edilememektedir.
Yap-boz devri bu yüksek maliyetlerle sona ermiştir… Ülkemizde de artık, profesyonel ekiplerle, rahat ve verimli çalışmaya uygun, batı standart ve normlarında ve en önemlisi doğru maliyetlerde ofisler oluşturmak artık zor değildir.
Ancak günümüz iş yaşamında hepimizin bu uygun çalışma koşullarını elde etmesi mümkün görünmese de, doğru çalışma ortamlarının kriterlerini bilmek ve stresten biraz olsun uzaklaşmak için şu aşağıda bahsedilen birkaç noktayı önemsemek ve günlük yaşamımıza adapte edebilmek sanırım herkesin daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlayacaktır.
Olmazsa Olmaz Işık…
İnsanın yaşayabilmesi için hava ve suya ihtiyacı olduğu gibi doğal ışığa da gereksinimi vardır. Mimarlık tarihinin gelişim sürecinde, bütün yapı gruplarında ışık ve ışığın kullanımına dikkat edilerek yapı-insan-ışık ilişkisine önem verilmiştir. Doğal gün ışığı, zamanın ve çevrenin algılanmasının yanında sağlık, huzur, beslenme gibi birçok yaşama dair ölçütleri de içinde barındırır; çevreyi ışık sayesinde algılayan ve tanımlayan insanın, doğal ya da yapay ışık olmadan yaşamını sürdürebilmesi imkânsızdır.
Yaşadığımız mekânlarda doğal ve yapay ışığın oluşturduğu, aydınlık düzeyi, aydınlatma kalitesi ve ışığın rengi gibi unsurlar, iş doyumu ve performansı açısından da son derece önemlidir. Mekânlar tasarlanırken kullanıcıların kişilik yapıları, yaşları, sağlık durumları ve etkinlikleri göz önüne alınmalı, insan bedeninin ve ruhunun uygun şiddette ve sürede olmak kaydıyla güneşe ve ışığa gereksinimi olduğu unutulmamalıdır.
Plazalarda, ve gökdelenlerde ihtiyaç duyulan doğal ışığın bir kısmı, biraz estetik biraz da psikolojik sebeplerden dolayı, geniş açıklıklı cam cepheler ile sağlanmaktadır. Ayrıca, yapay ışıkla sağlanan çalışma ortamlarının optimum derecede iyi çözümlenmiş olması ve sirkülasyon alanlarında, bilgisayar, dinlenme ve sosyal aktivite alanlarının aydınlatmaya göre bilinçli bir şekilde konumlandırılması gerekmektedir.
Renkler ve Zevkler…
Uzmanlara göre insanların sevdikleri renkler aynı zamanda kişiliklerini ele vermektedir. Renklerin tedavide( kromoterapi ) kullanıldığı, sinir sisteminin dengelenerek, hastalıkların önüne geçildiği ve bunun ilkçağlara kadar uzandığı bilinmektedir. Günümüzde yapılan araştırmalarda, mekândaki duvar, mobilya, aksesuar, ışık, hatta çalışanların giysilerinin renklerinin değiştirilmesi gibi deneysel yöntemlerin kişiler üzerinde olumlu veya olumsuz davranış değişikliklerine sebep olduğu görülmüştür.
Renkler doğru zamanda, doğru yerde kullanıldığında satıştan, reklama, tekstilden, finans dünyasına, sanattan, mimarlığa uzanan geniş bir yelpazede, yaşamımıza hareket getirmektedir. Sıcak, soğuk, ılık, aydınlık ve karanlık renklerin uyandırdığı etki ve mesajlar farklıdır; kırmızı, agresif (reklam-dikkat) mavi-yeşil, dinginlik (metabolizma-yavaş), pembe-eflâtun yumuşaklık (feminen), siyah-gri (korku, asalet, sadakat, zarafet) gibi temalarla özdeşleşmişlerdir.
Ofis ortamlarında (özellikle dikkat gerektiren masa üstü çalışma alanlarında) mekânın genel renginin, gölgelenmeyi azaltmak için açık seçilmesi, konsept veya öne çıkması istenilen renklerin, image board, mobilya, aksesuar gibi devamlılık gösteren yerlerde kullanılması daha doğrudur.
Havalandırma
Günümüz iş yerlerinde doğal olmasını tercih ettiğimiz iklimlendirme, ısıtma, soğutma ve havalandırma gibi ihtiyaçlar çoğu zaman mekanik yollarla oluşturulmaktadır. Mekânda yaşayan insanların etkinliklerine göre sıcaklık değerleri kabul edilebilir düzeyler içinde kaldığında ısısal konfor, o mekân için elde edilmiş demektir. Ofisler için ideal çalışma ısısının yaz-kış 21 derece olmasına dikkat edilmeli, düşük ya da yüksek ısının verimi olumsuz yönde etkileyeceği unutulmamalıdır. İş yerlerinde nezle, grip gibi pek çok bulaşıcı hastalığın genellikle çalışma ortamlarındaki havadan bulaştığı göz önüne alındığında, temiz ve kirli havanın doğru sirküle edilmediği bu mekânlarda sağlıklı çalışma ortamlarının oluşturulmasından söz etmek mümkün değildir.
Ses
Ofislerde dikkat edilmesi gereken önemli konulardan biri de sesin kontrolü ve doğru kullanımıdır. İş verenler tarafından gerek dekorasyon maliyetleri gerekse hiyerarşik ilişkilerin doğru sağlanması ve kontrol mekanizmasının kolay oluşturulması gibi sebeplerden dolayı açık ofis düzenleri artık daha çok tercih edilmektedir. Ancak bu düzende çalışanların en çok şikâyet ettiği konuların başında gürültü gelmektedir; personel, kaynağı her ne olursa olsun, istenmeyen bütün sesleri gürültü olarak algılayacak, bu da çalışanlar arasında iletişim kopukluğuna yol açacaktır.
Önemli bir nokta da kapalı olması gereken toplantı odaları, yönetici odaları, server odaları, teknik oda, hizmetli odaları gibi mahallerin iç ve dış izolasyonunun doğru yapılmış ve akustik değerlerinin dikkate alınmış olmasıdır. Mavi yakalı çalışanların, yöneticilere göre daha az verimli olmalarının en önemli sebeplerinden birinin fiziksel çalışma koşullarının olumsuzluklarından kaynaklandığı bilinmektedir. Alınan teknik önlemlerin dışında, insan psikolojisinde önemli rol oynayan, moral ve motivasyon üzerindeki etkisi herkes tarafından bilinen müziğin yeri de unutulmamalıdır.
Yaşadığımız çevrenin üzerimizde bıraktığı olumlu veya olumsuz etkiler, yaşam standardımızın kalitesini belirlemektedir. Günümüzde paylaştığımız zaman dilimlerinde sürekli iletişim halinde olduğumuz dost, arkadaş, akraba, komşu gibi sosyal ve kişisel ilişkilerimizde bile hoşnutsuzluk, tatminsizlik, kıskançlık duygularına kapılabilmekteyiz.
Ancak kişisel ilişkilerdeki paylaşıma benzer bir başka paylaşımın da çevre, mekân ve donatı paylaşımı olduğunu unutmamalıyız; çünkü yaşadığımız çevreden ayrı düşünülemeyiz. Zamanını ağırlıklı olarak iş yerlerinde, kapalı mekânlarda geçiren, çalışmak, üretmek zorunda olan bizlerin, öncelikli ihtiyacı olan güvenlik, rahatlık ve huzuru, ancak bu bahsettiğimiz paylaşımlarla hissedebiliriz. Bugün bu paylaşımların ve ihtiyaçların doğru sağlanamadığı çevrelerde, metropollerin belki de önemli sorunlarından birisi olan, kişilerin fiziksel çevreye uyumsuzluğu, moral ve motivasyon eksikliği, kendine ve çevreye güvensizlik, gelecek kaygısı, sosyofobi, verimsiz çalışma ve hatta çevreye zarar verme davranış biçimi olarak kendini gösteren “vandalizm” gibi toplumun yapısının bozulmasına sebep olan sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Bütün bunların temelinde sosyokültürel yapı, ekonomi, din, eğitim gibi daha birçok bileşenlerin bulunduğunu biliyoruz. İnsan-kültür-çevre ilişkisine önem veren toplumların, yaşadıklarını, paylaştıklarını önemseyen ve sorgulayan insanlardan oluştuğunu bilerek bu sorunları sosyal sorumluluk olarak algılamak ve öncelikli değişimi kendi yaşadığımız çevreden başlatmak, mutlu olmak için doğru bir adım olacaktır.
Yazı: Cenk ÇAKIL