İstanbul’da ve gelişmekte olan diğer şehirlerde yeni yaşam alanları haline gelen siteler, buralarda oturanlara birçok imkânı da beraberinde sunuyor. Modern görünüşlü ve yeni deprem yönetmeliklerine göre inşa edilen bu yapı grupları, aynı zamanda insanın öncelikli ihtiyaçları olan barınma, güvenlik, ulaşılabilirlik, konfor, teknolojinin yanı sıra, sosyal ve kültürel birtakım olanakları da sağlıyor.
Bu sitelerde, yeşil alanlar, spor aktivite alanları, alış-veriş merkezleri, yürüyüş ve bisiklet yolları, kapalı-açık yüzme havuzları, özel okular hatta bazı sitelerde sinema, tiyatro salonlarının olduğunu gazete ve televizyondaki reklâmlardan izliyoruz. Zaten son yıllarda hızla artan konut üretimi beraberinde rekabeti getirmiş, fiyat avantajının yanında müşterilere farklı alternatifler sunmak zorunda olan inşaat firmaları, yukarıda bahsedilen özelikleri de projelerine eklemek zorunda kalmışlardır. Sonuçta yüzlerce kimi yerlerde binlerce insanın bir arada yaşadığı bu site
( kimi yerlerde özel statüde, köy, kasaba hatta küçük ölçekli şehirleşmeler…) yaşamı anlayışı ortaya çıktı.
Aslında, 1950’lerin başından itibaren çok katlı konut uygulamasına geçişle başlayan bu dönem önceleri münferit apartmanlar, sonrasında birkaç bloktan oluşan yapı grupları şeklinde kendini göstermiştir. 1980’ler ve sonrasında kontrolden çıkan kötü yapılaşmanın en önemli nedeni bilgisiz ve sorumsuzca hazırlanan şehircilik ve mimarlık hataları olmuştur. Sonuçta kanserli bir doku gibi yayılan bu hastalık, şimdi şehrin tamamında kendini göstermektedir. İstanbul gibi tarihi ve kültürel birikimi olan bir şehir için yaratacağı sakıncalar ve tehlikeler göz ardı edilerek alınan rant odaklı kararlar, sonuç olarak büyük, karmaşık, çirkin, ama tarihi ve doğal güzellikleri ile seveninin vazgeçmesi bir o kadar zor bir şehir yaratmıştır.
Yeni yerleşim alanlarının, ulaşım, yol, alt yapı ihtiyaçları zaten olması gerekenlerdir; ayrıca bu alt yapının iskân ve imara açılmadan getirilmesi esastır, en azından kanunlar, yasalar bizlere bunu söyler ve vatandaşın lehine işler. Ancak önemli bir nokta gerekli düzenlemeler yapılırken, kamusal ve sosyal alanların, çevresel donatının oluşturulması hatta paylaşımının göz ardı edilmemesidir, bu da devletin asli görevidir. Halka mümkünse ücretsiz veya imkanlar dahilinde sunulması gereken bu ihtiyaçların kişinin psikolojik ve sosyal gelişimine çok önemli katkısı vardır; sosyal olan, düzenli spor yapan, kültürel faaliyetlerde bulunan çocukların özgüvenlerini kazandığı ve aile ve iş yaşamında daha başarılı oldukları bilimsel olarak kanıtlanmıştır ve örnekleri ile ortadadır. Avrupalı bunu yüzyıl önce keşfetmiştir, haliyle aramaya gerek yoktur…Ama memleketi yönetenler işin kolayını bulunmuştur, öyle çok kafa yormaya çalışmaya gerek yoktur, devletin bunlara harcayacak ne parası ne de zamanı ve tecrübeli adamı vardır.
İşte bu noktada devletin zafiyetinin ve yetersizliğinin kurtuluş formülü bulunmuştur…. Önce yeni imar planları hazırlanacaktır, ilgili ama bilgisiz belediyelere yetkiler verilir, ekonomik gücü olan müteahhitlere ise arsalar gösterilir, gerekirse ihale düzenlenir ( ama önemli nokta ihalenin imar düzenlemesinden sonra yapılmasıdır…) ve işte size site ve recidence mantığında yeni yaşam alanları…Ve üstelik bu model şimdilerde yenileme alanı ilan edilen, Sütlüce, Tarlabaşı, Balat ve daha ilan edilmemiş bir çok yerde düşünülüyor…Diyeceksiniz ki ne sakıncası var, eski halleri daha mı iyiydi? Tabi ki hayır… Bakın zamanla karşılaşabileceğimiz sorunlar neler olabilir?
Öncelikle modern şehircilik anlayışında bu yukarıda sözü ettiğimiz sosyal alanlar ve faydaların herkese açık olması gerekir, gelişmişlik ve batılılaşma böyle sağlanır, yoksa İstanbul örneğinden yola çıktığımız bu sorunlar, yarın diğer şehirlerde de karşımıza çıkacaktır.
Şehir bir arada yaşayanları ile bir bütündür; ( Özellikle İstanbul gibi tarihsel ve kültürel geçmişinde çokça mozaiği barındıran bir şehir ise…) site yaşamı içe dönük bir yapılanma biçimidir, insanları A sosyalleştiren sadece işinden evine, evinden işine giden robot insanlar yaratabilir.
Ayrıca alt yapısı hazırlanmayan yolu dahi olmayan bu yeni yerleşim alanlarına ancak özel otomobil ile gidilip gelinebilir; bu durumda zaten felç olan trafik daha da çekilmez olacak, zaman ve para kaybettirecektir. Farklı cazibe merkezleri yaratamayan İstanbul’da bu yüzden insanlar iş için Rumeli yakasına, ikamet etmek için Anadolu yakasına yıllardır taşınıp durmaktadırlar.
Satın alma gücü olanların faydalanabileceği, birbirine yakın sosyo ekonomik ve kültürel yapıda insanların yaşadığı bu sistem aynı zamanda özünde sosyal bir adaletsizliktir. Bu yıllar sonra örneklerini şimdi bile gördüğümüz kutuplaşmalar yaratır. İmar planlamalarında şehrin gelişmesini sağlamak amacıyla, gecekondu ve varoş tabir edilen yerlerde açılmaya çalışılan bu yeni yerleşim alanlarının, çevresinde uzun yıllardır yaşayan halk profili göz ardı edilmeden yapılması mümkün değildir. Sosyal adaletsizlikten kaynaklanan sorunların gelişmiş Avrupa ve Amerika’da bile sıkça yaşandığı görülmektedir. Kaldı ki Türkiye’nin batılılaşma sürecini 100 yıl geriden ve karmaşık bir kültürel yapı ile takip ettiği düşünülecek olursa, gelecek nesiller bunlarla çok uğracak gibi görünmektedir.
Ama aslında bu benzer yaşam biçiminin getirebileceği en büyük tehlike, ileride bu sözünü ettiğimiz yerlerde, şehrini paylaşmayan, şehriyle birlikte yaşamayan, şehrinin tarihini bilmeyen, bilmediği için onu koruyup, kollayamayan, gelenek ve göreneklerini hatırlamayan ve dolayısıyla gelecek nesillere aktaramayacak milyonlarca insanın yaşayacak olmasıdır.
Cenk ÇAKIL
Eylül / 2008